Sayfalar

5.31.2014

Gravity (Yerçekimi)

Gravity (Yerçekimi)

Anafikir, asla vazgeçme.
Deneyerek ölmek mi, kaderine razı olup beklemek mi? 

George Clooney öyle aman aman görünmedi ama adamın ismi yeter. :)
Sandra Bullock ise muhteşemdi. 

Tek kişilik film gibi zaten. 
Mücadele, heyecan, stres. :)
Seyre değer. 


5.28.2014

Divergent (Uyumsuz)

Divergent (Uyumsuz)

Hani "Bütün baba filmleri seyrettim, yine de bi film seyretmek istiyorum..." filan derseniz, seyredin gitsin. 
Seyredilmiş filmler arşivine eklensin. :)

Karanlık sahneler... Bu bir tarz mı? Alacakaranlık serisi de böyleydi... 
Renk görmek istiyorum ben. Renk rennnkk!

Kitaptan uyarlanmış film. Devamı olan 3 film daha çekilecekmiş.

"Veronica Roth'un çok satanlar listesinden inmeyen Divergent (2011) , Insurgent (2012) ve Allegiant (2013) üçleme serisinden uyarlanan film........" filan diye devam cümleler vardı. Film çekilirken kadın daha son kitabı yazmamışmışmış....


Kate Winslet filmde Steve Jobs gibi bi şey. Çekimler sırasında hamileymiş, hiç belli olmuyor. :o


Bu arada hakkaten Alacakaranlık ile bu Uyumsuz kitabının yazarı aynı şehirde yetişmiş. Aynı şirket tarafından finanse edilmiş. O yüzden benziyorlar zahir.


Uçurum sahnesinde atlayan dublörmüş. Gerçek kızın vertigosu varmış meğer, sadece çatıya çıkmış. 

Dublör 20 metreden bildiğin bodoslama atlamış. :p Çok zevklidir bence. :)


Hikaye şöyle... Gelecekte... Belli bir yaşa gelince, üniversite sınavına girip bölüm seçmek gibi, illa bir gruba dahil olmak gerekiyormuş gibi, 5 gruptan birisini seçiyor insanlar. 
Özverili, Barışsever, Zeki, Cesur ve Dürüst. 
Bunlardan birini seçmezsen dışlanıyorsun... 
Seçip çok iyi olursan öldürülüyorsun. 
Yani ne yapsan yaranamıyorsun!

Kızımız bir şeyi seçiyor evet fakat başına gelmeyen de kalmıyor.

Ana fikir: Dünyada, yıl kaç olursa olsun, diğerlerinden farklı olman hep bir sorun oluşturuyor. Bununla baş etmek zorundasın. Vazgeçersen, ölürsün, sıradanlaşırsın. Kendin olamazsın. 







3.30.2014

Bıcırık (Bir köpeğin gelin olma hikayesi)

2012 Ramazandı galiba.
Cüneyt abinin bize telefon etmesi. Söylediğimin bir kaç gün ertesi...
"Burda bi köpek var, istiyorsan gelip al, yoksa bakım merkezine yollayacağız."
Ramazanın ilk günü olmasına rağmen, gittik, aldık. (Ya da ikinci gün...) "rağmen" çünkü, insan henüz aç durmaya alışmamış, bitkin bir halde oluyor. ^^ Kuaförden yeni kaçmış olduğuna kanaat geitrdik. Çünkü traşı filan taptazeydi. Ordaki dükkanlara sormuşlar, kimse bilememiş sahibini. Yavrucumu bi kutuya koymuşlar, Cüneyt abilerin deposuna... Başta ürktüm ama sonra çok sevdim ya la. :)))

İlk sene, bahçeye hiç değişik bir köpek musallat olmadan geçti. 
Bu arada hatun geceleri çok korkup havladığı için, kapının dibinde, içerde, sepetinde duruyor hep... Ufaklık büyüyünce, ergenliğe girdi. 

Bir iki ay evvel oldu ilk kızgınlık dönemi. Dişi köpeklerin adetinden sonra yaşadığı bir dönem. Yani çiftleşmeye izin verdiği, koku saldığı bir dönem. Mahallenin ipsiz sapsız köpekleri bahçeye geliyordu sürekli. Hele sarımtırak bir sokak köpeği var, onunla başımız dertteydi. Neyse, hamile filan kalmadı, atlattık. Yılda 3-4 defa olurmuş bu dönem, onun dışında dişi koku salmaz, çiftleşmeye izin vermezmiş. Kısırlaştırmak da hakkımız değil gibi düşündük ve arayışa geçtik. :) Eş arayışına...

(Bundan önce veya sonra bir defa daha o dönemden geçmiş olabilir...)
Hal böyle olunca, ya sürekli kontrol altında tutmak gerekiyordu ki bahçede bu çok mümkün değil, ya da kırma yavruların olmasına göz yummak....
İkisini de istemedik, instagramdan ilan verdik, eş aradık. Pascal'ı bulduk. :)

Dün gece tanıştılar, evlendiği gece eşini gören hatun oldu bizimki. İlk karşılaşma ve evlenme. :) Şimdi bir müddet Pascal'lara kalmaya gitti. Dönüşünde ne buluruz bakalım...

İlk gördüklerinde birbirlerini Bıcırık atak yaptı, Pascal kaçtı. 
Pascal'ın cüssesi biraz daha küçük, belki o yüzden korktu biraz da... 
Sahibinin yanından hiç ayrılmak istemiyor, filan... ^^
Sonra yürüdük, parka gittik. Yolda birbirine pas atmalar devam etti. :)
Parkta kaynaştılar iyice. Orda da Bıcırık pas vermedi. Sürekli ağaçları kokladı. Çevreyi tanımak ister gibi... 

Sonra baktık, olacağa benziyor. Koklaşmalar devam... 
Verdik kızımızı gitti.
"Kuş beybisi" bu gece başka bi yerde sabahlamış oldu. Artık uyudu mu, ne yaptı bilemiyorum. :)
Ama gece keyfi yerindeydi. Hemen tuvaletini ped'e yapmayı da öğrenmiş, Pascal'dan bakıp. 
Salona kapatmış Gülşah onları. (Pascal'ın sahibi) Mamalarını da verdim dedi. 

Bakalım şekerin içi yavrularımız olacak mı? Çok merak ediyorum. Bari en azından iki tane yavru olsa da biri Gülşah'ın, biri bizim olsa... Bakalımmmm....




3.12.2014

Dialog in the Dark (Karanlıkta Diyalog)


Yazmasam yaşadığım o bir buçuk saat kaybolup gidecekmiş gibi. 
Görmeye ve yaşadığım, şahit olduğum şeylerin fotoğrafını çekmeye bu kadar alıştığımı bilmiyordum. Kendimi fark etmemi de sağlayan bi' deneyimdi. Görme engellilerin hayatını anlamak için kurulan empatinin boyutu ise, nasıl desem, empatinin babası, hatta büyük babası filan. Şahane bir şey.

Yaşamak lazım.
Yine de klavyemden geldiğince anlatmaya çalışacağım.

Gayrettepe metro istasyonu yanı.
Zincirlikuyu'dan metroya doğru giderken yerde sizi karşılıyor Karanlıkta Diyalog.
Sarı çerçeveli, siyah perdeli kapının ardı ise karanlık. Kapkaranlık. Tahmin edemeyeceğiniz kadar. 
İnsanın gözü karanlığa alışır diyordum, ama alışamıyor orda.

Kapıdan içeriye Yağmur Hanım'la girdik. Bastonların olduğu yere kadar onunla geldik, bi kaç adım. Bastonlarımızı verdi. Yerde kayması için ucu tekerlekli. Ama sağa ve sola kayabiliyor, düz kaymıyor. Neden bilmiyorum, bak onu sormayı unutmuşum! Daha kontrollü oluyor belki de öyle, bilmem.

Aldık bastonlarımızı, tek sıra olduk. 10 kişiyiz. Arkadan üçüncüyüm. 
Labirente girdik, sağ elimde baston, sol elim duvarı hiç bırakmayacak. Ama bi' yandan da Elif'i tutmam gerekiyor. Onun elini tutmazsam, kaybolacakmışım gibi hissediyorum. Ama önümde de biri var diyorum, burda yalnız kalmam... Gezi boyunca Elif'in elini arıyor elim hep. Elindeki yara bandından tanıyorum şükür. :) "Elif, Elif?" serzenişlerimle birlikte. :)
 
Ve tamamen bitiyor ışıklar. Bir ses, "Ben rehberinizim, adım Emin, sesime gelin." diyor. O bizi görmüyor, biz onu.
İsimlerimizi soruyor. Şaşırtıcı ama seslerimiz üst üste binmeden söylüyoruz. Ezberliyor.

Tahta bir köprüden geçiyoruz, sol elimle bi yere dokunmak istiyorum, dizimin hizasında bir çiti buluyorum. Koyu kahve gibi rengi çitlerin, hayalimde. 

Posta kutuları, zil (bulamadım ama biri bulup bastı, kapı zili çaldı), ve panjurlar... Panjurlar kahverengiydi sanki. [Halbuki her şey siyah_tır heralde]

Kuş sesleriyle dolu bir parktayız, taşlık zemin. Beyaz taş hayal ediyorum. Kuru yaprakları buluyorum, böcek möcek çıkmasın diye korkup bırakıyorum. :)
Bankı buluyoruz sonra el yordamıyla, oturuyoruz Elif'le. Rehberimiz anlatıyor, parktayız, kurbağa seslerini dinleyin, filan... 
Devam ediyoruz yola...

Burası bir manav. Biraz dar bir tezgah, aynı anda herkes yanyana durup dokunabilsin diye heralde. Koca koca soğanlar var, kokmuş. :p Yarılmış patates gibi bi şey, belki soğanın yanında diye öyle algıladım, bilmem. Ve havuç. Bunları gördüm. ^^

O arada bizim Elif'le beraber olduğumuzu anlıyor. Arkadaşız evet beraberi, diyoruz.
 Sesiniz birbirine çok benziyor, diyor. Siz şarkı söyleseniz ne güzel olur, diyor. 

Bankamatikteyiz. 5 tuşu. Üzerinde nokta var, noktayı bulduysan 5'i buldun. Artık diğer sayıları bulmak daha kolay. Ama sonra napıyolar, nasıl para çekiyorlar, onu bilmiyorum. Şifre girmek kolay da...

Koridorda harfler... 3 gözlük, 6 cam. 6 nokta! Ben J K L M 'yi buldum. Normalde her bir nokta iğne ucu kadarmış kağıdın üstünde, ama devasa yapmışlardı o koridora. Anlatıyor rehberimiz: 
-Bir gözlükte kaç cam vardır? 
Acizlik hissediyorum, ordaki hiçbir şeyi bilmiyorum ya, ilk kez bi' şeyi bildim edasıyla hemen cevap veriyorum:
-2! 
-Peki 3 gözlükte kaç cam vardır? 
-6! diyoruz hep bir ağızdan.
-3 gözlüğü alt alta koyduğunuzu düşünün, sol en üstteki birinci cam, birinci nokta demek. Sol ikinci sıradaki cam, ikinci nokta. Üçüncü cam, üçüncü nokta. Sağ taraftakiler de yukardan aşağıya dört, beş, altı. İşte harfleri böyle öğreniyoruz. Bir harf söyleyin kaçıncı noktalardan oluştuğunu söyleyeyeyim.
-J? (J'nin önündeyim napıyım. :p) Cevap anında geliyor:
-2, 4, 5.
Ben yerini anlayana kadar, elimle kontrol edene kadar yeni harfler soruyor grup üyeleri... Vay be :)

Bir odaya giriyoruz. Sinema demişlerdi ama plazma televizyon var, bi takım sesler, hangi şarkı, müzik, hangi filmden anlamıyorum, hoş bir müzik ama. Gidip televizyonu buluyor, dokunuyoruz. Uzun zamanımız olsaymış, replikler filan dinleyebilirmişiz ama çıkmalıyız diyor rehberimiz, bastonumuzun yardımıyla çıkıyoruz. 

Taksim'de tramvaydayız.  Dışına dokunuyorum, zihnimdeki imgeler dolayısıyla herhalde, kırmızı diye düşünüyorum, elimle kapıyı buluyorum. İlk ben biniyorum. Aman ha, diyor rehberimiz, direklere çarparsın. Zorlanmıyorum. İki tane direği elimle buldum bile. Yine de sözünden çıkmıyorum, geri dönüyorum ama inmiyorum. :) O da biniyor, oturtuyor beni. En arka koltuktayım. Sanki koltuk koyu gri, plastik. Bastonumu koridora doğru uzatıyorum ama hemen uyarı geliyor: Hiçbir görme engelli bastonunu koridora uzatmaz. Neden uzattığımı bilmiyorum ama hemen düzeltiyorum. Bacaklarımın arasına alıyorum, kafamı bastona yaslıyorum. Hayal edin, toplu taşıma aracındaki bi' adamı. Onlar da genellikle öyle yaparlar ya hani. İçgüdüsel bi' şey demek ki.

Karaköy'den vapura biniyoruz. Tahta bir şeyin üzerinden geçtik ve vapurdayız. Can simidi var duvarda kocaman. Simitçinin arabasını çıkarken farkettik. :) Cam araba. Vapurda açık havadayız, üşüdüm biraz, epeyce de sallandık, ama çok enteresan. Elif: Martıları görüyo musun? diye sorarken sanki gerçekten sol yukarıyı işaret ediyor gibi. Martı sesleri... Gözlerime en çok orda şükrediyorum. Boğazı görebilmek, martıları... Denizi... Sesini duymak da çok güzel ama görmek başka.

Diyalog Kafe'deyiz. Kafedeki arkadaş o kadar kendinden emin konuşuyor ki "Siz görüyor musunuz?" diye soruyorum gayriihtiyari. Halbuki o zifiri karanlıkta hiçbir şey görmek mümkün değil. Rehberimiz cevap veriyor: "Karanlıkta görenler burda çalışamaz." :) 
Kafedeki adam, ben de burda çalışıyorum, bugün benim büfe nöbetim, diyor. Menüyü sayıyor...
Çay 3 lira, cezerye 6 lira. "İki çay bize, bir de cezerye." Alıp oturuyoruz. Elif rehberimizle giderken, beni gelip alacağını söylüyor ama ben arkadan takip ediyorum. :) Yetişiyorum onlara. Sandalyemi buldum, sehpamızı buldum. Çayımı kısa sürede bitirdiğime göre çay güzel olmalı. :)
Kayısının içindeki cevizin kurtlu olup olmadığını kontrol edemiyorum, o sırada soruyorum:
-Kirazın içindeki kurdu nasıl fark ediyorsunuz? 
-Deliktir kurt varsa içinde diyor, diğer meyvelerde de aynı.
Çok tatmin olmuyorum ama neyse. :p

Başka biri soruyor:
-Nasıl seviyor, nasıl aşık oluyorsunuz? 
-Ses bizim için önemli diyor, sesi güzel olanın kendi de güzeldir. Sonra birlikte yürüyünce omzuna değersem anlarım kilosunu, diyor. Koldan anlaşılırmış. Öyle biraz konuşunca hoş vakit geçirirsen olurmuş işte. :)

Bilgisayar çökerse, bir sorun olursa nasıl anlıyorsunuz, diyor başka biri.
Her şey sesli diyor. Mouse kullanmıyorum, klavyeyle hallediyorum her şeyi diyor. Bir sorun çıkarsa sesli uyarı var diyor. Her şeyi klavyeden yaptığı için, monitörü kapatıyorum bilgisayardeyken, diyor. Hem tasarruf oluyor, hem de kimse ekranı göremiyor, ne yaptığım bana kalıyor, diyor.

Telefonunun ışığı yanıyor, telefon çok hızlı konuşuyor, saati söylüyormuş. Hemen kapatıyor ışığı. Bu olmamalıydı, hayır diyor. Belki küçük bi' hata. Ama enteresan, ışığı görünce seviniyorum, sanki herkes görüyor da ben göremiyormuşum gibi olan hissimden kurtuluyorum; burası gerçekten zifiri karanlık!

-Süremizi çok aştık, diyor rehberimiz, son labirentten geçip aydınlığa çıkıyoruz. Loş ışık.

Bilgisayarlar var, bir şeyler yazmamızı istiyor, hem değerlendiriliyormuş yazılanlar, hem de sonra kendileri de okuyabiliyorlarmış. Sabrınız için teşekkürler, gibi bir şeyler yazıyorum. Kimsenin bizi görmemesini istediğimiz zamanlar vardır, burda o duyguyu yaşadım, filan... 

Tam yazarken rehberimiz çıkıyor aydınlığa, o bizi göremiyor ama biz onu görebiliyoruz. Acıyor muyum? Neden bu kadar içten? Önce tanıyıp sonra yüzünü gördüğüm için mi? Hemen ısınıyorum. Gerçekten enteresan. Yakın hissediyorum, bilmiyorum sebebini. "Dünyanın en çirkin insanı kim yarışması yapsalar, birinci olurum" demişti içerdeyken. Yüzüne bakan kim, içi güzel olsun. 


"İnsanın içine bakmak" nedir, orda anlıyorum. 

"Sizi uzun saçlı hayal etmiştim" diyorum. Dün traş olmuş. Saçını tutuyor. Başka biri de diyor ki: "Ben de kel hayal etmiştim". Ne kadar ilginç. Bakış açısı ve belki de ses tonundan benzettiğimiz insan şekilleri ne kadar farklı. Sonra bakıyorum elinde baston yok! Ama nasıl olur? Şoktayım! Bastonsuz nasıl yürüyebildi onca yolu! 
-Bastonunuz yok!? 
-Ezberledim burayı, diyor. İşe başlamadan önce dört gün geldim, gezdim dört saat ve ezberledim. Memurum ama akşamları ve hafta sonları buraya gelip ek iş olarak bunu yapıyorum, diyor. Bir yandan üstünü başını düzeltiyor. Kendi traş oluyormuş, onu anlatıyor. 

Elif'le boy ölçüşüyorlar, 3 santim uzunsunuz benden, diyor. :) Gerçekten uzunmuşsunuz, diyor. :) İçerde de bir boy muhabbeti olmuştu, hiç unutmuyor.

Ve siyah perdeli sarı kapıdan çıkıyoruz. Rehberimiz de geliyor. Benim boyumu da tahmin ediyor:
-1.65 
-1.70, diyorum.
-Olsun 5 santimlik hata payı olur diyor. :) 
Fotoğraf faslı, nihayet. :) İyi akşamlar, hoşçakalın, belki bir gün yeniden karşılaşırız, filan diyorum, ayrılıyoruz. Dolabımızdan eşyalarımızı alıp, eve dönüyoruz.
-
Teşekkürler Elif'im. :) Beni buraya sen götürdün, harikaydı. 
Teşekkürler rehberimiz Emin Bey. Emin adımlarla gezdik içeriyi. 

Değer mi? Değer!

(12.3.2014)






2.22.2014

12 Years A Slave (12 Yıllık Esaret)


Saçma sahnelerin var, ama seyre değersin film.

Anafikir: Dünya tarihi utançla dolu. İyi ki ahiret var. 

Güzel laf: "Ben hayatta kalmak istemiyorum. Ben yaşamak istiyorum."

Bütün beyazlardan nefret edecekken, beyaz adamlardan bir adam, çıkıp geliyor filmin sonunda.  Beyazların itibarını kurtarıyor. Brad Pitt.